SÜNEN EBU DAVUD

Bablar    Konular    Numaralar  

TIB BAHSİ

<< 3916 >>

NUMARALI HADİS-İ ŞERİF:

 

حَدَّثَنَا مُسْلِمُ بْنُ إِبْرَاهِيمَ حَدَّثَنَا هِشَامٌ عَنْ قَتَادَةَ عَنْ أَنَسٍ أَنَّ النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ لَا عَدْوَى وَلَا طِيَرَةَ وَيُعْجِبُنِي الْفَأْلُ الصَّالِحُ وَالْفَأْلُ الصَّالِحُ الْكَلِمَةُ الْحَسَنَةُ

 

Enes (ra.)'den rivayet olunduğuna göre; Nebi (s.a.v.):

 

"Hastalık bulaşması da yoktur, uğursuzluk da yoktur. Ben yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymadan hoşlanırım. Yararlı olan hayırlı ve uğurlu saymak ise, güzel söz(lerle yapılan hayırlı yorumlar)dır" bu­yurmuştur.

 

 

İzah:

Buhari, tıb; Müslim selâm; Tirmizî, siyer; İbn Mâce, tıb; Ahmed b. Hanbel, II, 507, III, 118, 130, 154, 173, 178, 251, 276, 278.

 

Tıyere:Bir şeyi uğursuzluğa yormak, uğursuz saymak, bir şeyin uğursuzluk getireceğine inanmak demektir. Cahiliyye dönemi halkı, bazı hayvanları ve olayları uğursuz sayar, bu uğursuzluktan kur­tulmak için bazı teşebbüslerden vazgeçerdiler.

 

İslâmiyet bu uğursuzluk telakkisinin asılsız olduğunu ilan ederek, asıl­sız telakkiler silsilesinden biri olan bu yanlış inancı da İnsanların kafasından silip atmak suretiyle onların yolunu aydınlatmış, onları cahiliyetin pençesin­den kurtarmıştır.

 

3910 numaralı hadis-i şerifte açıklandığı üzere, Fahr-i Kâinat Efendi­miz hayvanlarda ve olaylarda bizatihi böyle bir uğursuzluk verme gücü bu­lunduğuna inanmayı şirk saymış, insanın kalbine böyle bir korku geldiği za­man bu korkunun kalpten giderilebilmesi için Allah'a tevekkül etmenin ye­terli olduğunu bildirmiş ve ümmetine bu gibi durumlarda Allah'a tevekkül etmelerini tavsiye etmiştir.

 

Advâ: Hastalığın bir hastadan diğer bir hastaya bulaşması demektir.

 

Bu mevzuda merhum Kamil Miras şöyle diyor:

 

"Cahiliye devrinde sâri hastalıkların ilâhi bir tesire tabi olmadan biza­tihi sirayet ettiği sanılırdı. İslâm akidesine göre her şeyde hakiki müessir Al­lah Teâlâ'dır, Hadiste bu hakikat, "Bulaşıcı hastalıklar bizatihi sirayet etmez" cümlesiyle ifade buyurulmuştur."[Tecridi Sarih Terceme ve Şerhi, XII, 91, 1927 nolu hadis.]

 

Bezlü'l-Mechûd yazarının açıklamasına göre, "Hastalık bulaşması ko­nusunda üç türlü görüş vardır:

 

1) Hastalık bulaşır, hastalık bulaşmasının Allah'ın izni ve iradesiyle il­gisi yoktur. Bu görüşün küfür olduğu açıktır.

 

2) Hastalık Allah'ın dilemesiyle bulaşır. Fakat Allah'ın hastalığın bu­laşmasını dilemesi Allah hakkında zaruridir. Aksini dilemesi mümkün değildir.

 

Bu görüş de bâtıldır. Çünkü Allah isterse bulaşıcı hastalığa yakalanmış kimseler arasında bulunan bir kulunu o hastalığa yakalanmaktan koruyabilir.

 

3) Hastalık bulaşması Allah'ın dilemesine bağlı olarak vardır. Allah di­lerse bulaşıcı bir hastalık başkasına geçebilir, dilemezse geçmez."

 

İşte hadis-i şerifte ifade edilen hastalık bulaşmasından anlaşılan bu üçün­cü görüştür ki ehl-i sünnet ulemasının bu mevzudaki görüşü de budur.

 

Bazıları kelimelerin zahirine bakarak, 3911 ve 3912 numaralı hadisler-deki, "!â adve" kelimesini "hastalık bulaşması yoktur" şeklinde anlamışlar ve 3912 numaralı hadisin sonundaki "Develeri sağlıklı olan kimseler devele­rini, develeri hasta olan kimselerin develerinin yanma götürüp de onlarla karıştırmasınlar" mealindeki cümlelerle, "Cüzzamlıdan aslandan kaçar gi­bi kaçın"[Buhari, merdâ; Ahmed b. Hanbel, II, 443; Tecrid-i Sarih, 1927 nolu hadis.] hadisini de seddü'z-zerâyi' kabilinden bir yasaklama olarak te'-vil etmişler. Yani develerin birbirine karışıp da birbirlerine benzerlikleri sebebiyle hangi devenin kime ait olduğunun bilinmemesi durumuna düşül­mesini önlemek için getirilmiş bir yasak olarak yorumlanmıştır.

 

Ancak ulemanın büyük bir kısmı; bu mevzuda aslolan hastalıklı hay­vanları karıştırmayı yasaklayan ve cüzzamlıdan kaçmayı emreden hadis-i şe­riflerdir. Çünkü yüce Allah, dünyadaki bütün hâdiseleri bir sebebe bağladığı gibi hastalığın bulaşmasını da hastalık mikrobu taşayan kimselerle veya eş­ya ile temas etmeye bağlamıştır. Bu temas sağlandığı zaman Allah'ın izni ile hastalık bulaşabilir, demişlerdir. Hadisi bu şekilde anlayan mezkûr İslâm âlimleri, hadis-i şerifte geçen "hastalık bulaşması yoktur" sözünü ise, has­talık bulaşması için Allah'ın bir kanun olarak koyduğu hastaya dokunmak gibi bir sebep bulunmaksızın hastalık bulaşması olamaz, şeklinde anlamış­lardır ki umumun tasvibine mazhar olan görüş de budur. Esasen Fahr-i Kâi­nat Efendimiz, bedevinin "bizim geyik gibi sihhath develerimiz uyuz develerin yanına varınca niye hastalanıyorlar?" sorusuna "Ya birinciye bu hastalığı kim bulaştırdı?" karşılığını vermekle, bu bulaşmanın Allah'ın iznine bağlı olduğunu çok veciz bir şekilde açıklamıştır. Çünkü bedevi, "birinci deveye falan deveden bulaştı" cevabını verdiği takdirde kendisine aynı sual sorul­maya devam edilecek ve nihayet bu hastalığın kendisinde ilk görülen deveye hastalığı Allah'ın verdiği anlaşılacaktır.

 

Hâme: Baykuş demektir. Cahiliye dönemi halkı evlerinin üzerine bir bay­kuş konduğu zaman onun o ev halkından birinin öleceğini haber vermek için geldiğine inanırlardı.

 

Hadis-i şerifteki "Baykuş yoktur" sözüyle bu inancın batıl olduğu an­latılmak istenmektedir. İmam Mâlik'in görüşü budur.

 

İkinci bir tefsire göre, cahiliye dönemi arapları baykuşların, ölen kim­selerin dünyaya dönen ruhları olduklarına inanırlardı. Hadisteki "Baykuş yoktur" sözüyle yıkılmak istenen inanç budur. İslâm ulemasının büyük ço­ğunluğunun tasvibine mazhar olan görüş budur.

 

Guvl: Eski arapların inancına göre çeşitli renk ve kılıklara girerek in­sanlara görünen ve onları yollarından sapıtıp helak eden bir nevi şeytandır. Kırlarda yaşar. Nebi (s.a.v.) bunu da iptal etmiştir. Cumhur ulemanın kavli budur. Ulemanın bazılarına göre ise hadisin manası, guvlü inkâr et­mek değil sadece arapların itikadını iptaldir. Binaenaleyh "guvl yoktur" cüm­lesinden murad, guvl hiç kimseyi yolundan saptırmaz, demektir.[Davudoğlu, A, Sahih-i Müslim Terecine ve Şerhi, IX, 668.]

 

Nev': Hattâbî'ye göre "yıldız" demektir. Ebû İshak ez-Zeccâc, garbta batan yıldızlara enva', şarkta doğanlara bevârih denildiğini söylüyor. Bu hu­susta Tecrid Tercümesi'nde şu malumat verilmektedir:

 

"Nev'in cemi enva' gelir. Enva' ayın menzilleri (burçlar) manasına ge­lir, yirmisekiz adettir. Ay her gece bunlardan bir menzilde bulunur. Bu men­zillerden herbiri o sema sahasında bulunan yıldızlardan birinin ismiyle anılır.

 

Araplar bu yıldızlardan birinin fecir zamanında batmasıyla birlikte onun devamlı olarak ters istikametinde bulunan yıldızın o saatte doğmasına nev' derler. Onun için lügat alimlerinin kimi yıldızın batmasına kimi de doğması­na kimisi de her ikisine birden nev' denildiğini söylerler. Bu nev'ler birbiri arkasından onüçer gün fasıla ile battığında ve aksi istikametindeki yıldız da doğduğunda, o müddet zarfında yağmur, rüzgâr, soğuk, sıcak, bereket her ne olursa batan yıldıza izafe edilir ve filan şey filan yıldızın nev'inde (bat­masında) vaki oldu derlerdi."[Kâmil Miras, Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi, U, 741, 743.]

 

Rasûl-i Zîşan Efendimiz, "Nev' yoktur" sözüyle bu bâtıl İnancı kökün­den yıkmıştır.

 

Safer: Hicrî tarihin ikinci ayının adıdır. Cahiliye devrinde araplar nesîe usulüne göre Muharrem ayının haramlığını Safer'e naklederlerdi ve bu su­retle Safer ayını haram sayarlardı. Nitekim yüce Allah müşriklerin bu çirkin hallerini Tevbe sûresinin 37. âyet-i kerimesinde bize açıklamaktadır. Rasûl-i Ekrem Efendimiz bunu da menedip "Artık Safer ayı için hürmet yoktur" buyurmuştur. Asrı saadetten zamanımıza kadar devam edip gelen halk te­lakkisine göre bu ayda kıyılan nikâhı devamsız sayarlar. Hatta halk arasın­da bu aya boş ay derler. "Sa ferde uğursuzluk yoktur" buyurulmakla bu te­lakki men olunmuştur. Buharî'nin bir rivayetine göre Hz. Âİşe "Benim ni­kâhım da zifafım da safer ayında idi" buyurduklarına göre, Rasûl-i Ekrem bu hurafe fikrinin izalesine fiilen de çalışmıştır.[Kamil Miras, Tecrid-i Sarih Tercenıe ve Serin, XII, 93, had. no: 1827.]

 

İkinci bir te'vile göre bu hadis-i şerifteki Safer kelimesinden maksat, cahiliye araplarmın insanın karnında yaşadıklarına inandıkları yılan gibi bir hayvandır. İnsan acıktığı zaman o hayvan çoğu zaman heyecanlanıp sahibini öldürür. Hatta buna uyuz hastalığından daha bulaşıcı sayarlardı. Neve-vî'nin açıklamasına göre Safer kelimesinin sahih tefsiri budur. Mutarrif, İbn Vehb, İbn Habib, Ebû Ubeyd ve diğer birçok ulemanın kavilleri de budur. Nevevî'nin beyanına göre, burada her iki tarafın da kast edilmiş olabileceği, her iki anlamdaki Saferin de bâtıl ve asılsız olduğu bildirilmektedir.[Davudoglu A, Sahih-i Müslim Terceme ve Şerhi, IX, 667.]

 

Ancak cahiliye halkının karın ağrısı hakkındaki bu yanlış telakkisini, bugünkü ilmî gerçeklerin ışığında tesbit edilen karındaki solucan, tirişin ve tenyalarla karıştırmamak gerekir. Hadiste reddedilen bunlar değildir. Her ne kadar İslâm'da uğursuzluk inancına yer yoksa da bir şeyi hayırlı veya uğurlu saymak (tefe'ül) makbuldür. Nitekim Hudeybiye'de Kureyşliler müslümanları müşkül bir vaziyete soktuğu sırada, Kureyş tarafından muahede akdine mezun bir heyetin, Süheyl b. Amr'ın riyaseti altında gelmekte olduğu duyu­lunca Rasûl-i Ekrem'in uysallık ve yumuşaklık ifade eden Süheyl adıyla te­fe'ül ederek ashabına, "Artık işiniz kolaylaştı" buyurması buna delâlet ettiği gibi, mevzumuzu teşkil eden 3916 numaralı hadisi şerif de bunun caiz olduğunu ifade etmektedir.